RUMİ ( MALİ) TAKVİM VE MORALI DEFTERDAR OSMAN EFENDİ
Yine bir vergi haftasındayız. Her yıl Şubat ayının son haftasında çeşitli etkinlikler düzenleyerek ülkemizde vergi bilincinin oluşmasını amaçlamaktayız. Bu etkinliklerimizin içerisinde vergi ile ilgili çeşitli konu, kurum veya kişilerle ilgili yerel basında yayınlanan yazılarda yer almaktadır. Yirmi dördüncü vergi haftasındaki yazılarımızdan birisinde Kanunnamedeki Defterdarı yazmıştık. Yazımızda; “Osmanlı döneminde defterdarların sorumlulukları ve görev alanlarıyla ilgili ilk hukuki düzenlemelerin Fatih Kanunnamesi’yle yapıldığını, Kanunname’ye göre padişahın malının vekili olan defterdarın, bir Divan üyesi olarak yetki ve sorumluluklarını, teşrifattaki yeri ve gelirlerini, görevlerinin dört ana başlık altında toplandığını, bu görevlerin ise; hazine hakkında yıllık raporu padişaha okumak, tayinlerle ilgili arzda bulunmak, hasları idare etmek ve hazineyi açıp kapamak olduğunu; anlatmaya çalışmış ve kültür, sanat ve edebiyattaki başarılı ve kalıcı eserler veren üstatlarımızı da yazacağımızı” belirtmiştik.
Bu yıl 25’incisini kutladığımız Vergi Haftası’nda ise Rumi Takvimi ve bu takvimin uygulamaya konulmasını sağlayan Moralı Defterdar Osman Efendi’yi anlatmayaçalışacağız.
Moralı Defterdar Osman Efendi Maliye’de yetişmiştir. Baş Halife ve Defterdar Mektupçusu görevlerinden sonra 1794 yılında Baş defterdar olmuştur. Ancak bu görevi kısa sürmüş ve ertesi yıl bu görevinden alınarak Tersane Eminliğine atanmıştır. Çeşitli görevlerden sonra 1806 yılında tekrar Baş defterdar olmuş ancak yine bir yıl sonra azledilerek Rusçuk’a sürülmüştür. II. Mahmut tarafından affedilerek İstanbul’a dönmüş, Rikap Defterdarlığına atanmış, beş yıl bu görevi yaptıktan sonra Tophane Nazırlığına atanmış ve 1818 yılında İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.
Moralı Üstadımızı özel kılan Osman Efendi’liğidir.
Nasıl mı?
Hikayeye göre, Sultan II. Mahmud’un devlet ricalinden mühürdarı, nişancısı ve sırdaşı Halet Efendi denilen bir zat varmış. Zeki, hatip, fakat bir o kadar da kindar ve çıkarcı imiş.Çıkarlarına çomak sokanların amansız düşmanı olur, sataşmadığı kimse kalmazmış. Padişah üzerindeki nüfuzu ve amansız şerrine uğramaktan korkulduğu için etrafı yüzsuyu döküp yağcılık edenlerle çepeçevre sarılıymış.
Defterdar Moralı Osman Efendi de onun elinden çok çekmişlerden biriymiş. Vakur, haysiyet sahibi ve şerefli olan üstadımız, Halet Efendi’nin tezgahlarına alet olmadığından, defalarca makamından, mansıbından olur. Sürgünlere gider, beş parasız kalır, ama bir kere bile eyvallah çekmez, doğru bildiğini söylemekten sakınmazmış.
Günün birinde Halet Efendi, İzzet Molla ile otururken, Osman Efendi’nin geldiği söylenmiş. Halet Efendi hemen sofaya kadar koşarak karşılamış, ikramda bulunmuş ve giderken de merdiven başına kadar inip uğurlamış. Olan biten karşısında İzzet Molla şaşkınlık ve hayretle şunları söylemiş: “Bilirim ki bu adamı bitiniz kadar sevmez, elinizden gelse bir kaşık suda boğarsınız. Ona etmediğiniz fenalık kalmadı. Şimdi de utanmadan bu kadar iltifat ettiniz. Sebebi nedir, anlayamadım.” Halet Efendi şu cevabı vermiş: “Evet, çok fenalık ettim. Elinden valiliğini, memuriyetini, rütbesini, mevkiini hatta inanır mısın Molla; ekmeğini bile aldım lakin üzerinde bir Osman Efendilik vardır ki onu alamıyor, gördükçe de işte böyle iltifata mecbur oluyorum.”
Sonuçta, Moralı Osman Efendi’nin saygınlığı her zaman devam etmiş. Lakin Halet Efendi, ekmek yediği, makam ve mevki aldığı yüce devletin çıkarlarını kendi çıkarları uğruna kullandığından, Hassa hasekilerinden Arif Ağa tarafından idam edilmiş.
Bu kısa hikâye, hayatı çile ve mazlumiyet içinde geçmiş üstatlarımıza neden sarsılmaz bir saygı ve hürmet beslediğimizin ipuçlarını vermiyor mu sizce de? Hayatın her türlü sillesini yemişliğin içinde bile üzerlerinden zerre miskal silinmeyen asaleti, hayranlık ve ibretle müşahede etmiyor muyuz? Biraz özel olacak ama, biz defterdar yardımcıları da aynı yolu takip etmeye çalışmıyor muyuz? Son yıllarda bakanlığımız tarafından defterdar atamalarında yapılan uygulamalar bizleri ne kadar mağdur etse de, bir anlamda kendibakanlığımız tarafından itibarsızlaştırmaya tabi tutulduğumuz kanaati bizlerde hâsıl olmuşsa da, bizler de üstatlarımızın yolundan gidip, tabiri caizse bir Osman Efendilik sergilemeye çalışmıyor muyuz? Asıl olan da insanların saygınlığına, kişiliğine ve hayatçizgisine sahip çıkması değil midir?
Rumi Takvime gelince;
Kültür ve medeniyet alışverişi yoğunlaştıkça kronolojik sistem çeşitli değişiklikler geçirmiş ve her toplum gelişim durumuna göre takvimini geliştirmiş veya değiştirmiştir. Bunun en tipik örneğine Türk tarihinde rastlıyoruz. Türkler, tarihleri boyunca Hicri, Celâli, Rumî ve Milâdî Takvim gibi çeşitli takvimleri kullanmıştır.
Türkler Osmanlı Devleti döneminde Hicri Yılı Takvimi kullanıyordu. Bu takvim İslam Uygarlığının takvimidir ve ay gününe göre hesaplanmıştır. Hicri Takvim için Hicret’in esas alınışı, doğrudan Hz. Muhammed devrinde değil, toplumsal hayatla ilgili düzenlemeler ve ilişkilerde kendini gösteren aksaklık ve ihtiyaçlar nedeniyle Hz. Ömer döneminde olmuştur. Batı Uygarlığının takvimi ise güneş takvimi. İki takvim arasında her otuz üç yılda Hicri Takvim aleyhine bir yıllık bir fark birikir.
Peki, bu iki takvim varken ve uygulanırken neden Rumi Takvime ihtiyaç duyulmuş ve bunu neden bir defterdar uygulamaya sokmuş?
Bilindiği üzere, Osmanlı Devleti’nin gelirlerinin bazıları ay, bazıları güneş takvimlerine göre hesaplandığı gibi giderleri de böyle hesaplanmakla birlikte, devlet gelirleriyle hazine giderlerinin tam bir bütçesini yapmak, özellikle ulufe harcamalarının gittikçe artmaya başlamasından sonra, imkansız bir iş olmuştu. Çünkü Osmanlılar üretimle ilgili vergileri güneş takvimine göre mart ayında topluyorlardı. Maaşlar ise diğer takvime göre, yani ay yılı hesaplamasıyla dağıtılıyordu. Her iki yıl arasında 11 gün fark vardı ve bu 33 yılda tam bir yıl ediyordu. Hicri yıl güneş yılından 11 gün kısa olduğu için 34 yılda bir, hazine 12 aylık bir sürede sadece bir kez vergi toplayıp iki kez yıllık ödeme yapmak zorunda kalıyordu. Oysa 33. yılın harcamalarına karşılık olacak gelir yoktu. Bu durum gelirler ve giderler açısından bütçede önemli dengesizliğe neden olmuştur. 32 güneş yılı ile 33 ay yılı farkı yüzünden, her 33. yılın bütçesi, aradaki farkı kapatmak için atlanır, “sıvış yılı” denen bu yıl farkı yüzünden asker ayaklanmaları bile olurdu.
Bu ay ve güneş takvimi hesapları yüzünden hazine zarara uğradığı gibi, bunun ticaret hayatı, görevli maaşları ve en önemlisi para değeri üzerinde yıkıcı etkileri oluyordu. Bu güçlüklerin önüne geçilebilmesi için zamanın defterdarları çeşitli zamanlarda takvim düzeltmeleri ile uğraşmaktaydılar. İşte bu gibi aksaklıkların giderilmesi için 1794 yılında Defterdar Morali Osman Efendi’nin hicri yıl ile mali yıl arasındaki farktan meydana gelen gelir farklılıklarının hesabının devlet hazinesine yük olmamasını sağlayan teklifinin kabulü ile mali seneye dayanan harcama ve ödeme şeklinin tatbik sahasının genişletilmesi istenmiştir ve Rumi Takvim uygulamaya konulmuştur.
Görüldüğü gibi bir işin içinde defterdar varsa ve bir uygulama yapılmasını istiyorsa, bu büyük oranda hazine ile ilgilidir. Rumi Takvim de o yıllarda devletin bütçesinde meydana gelen dengesizliği gidermek için zamanın defterdarlarının araştırmaları sonucu ortaya çıkmıştır.
Osmanli devletinin İslam uygarlığı ile Bati uygarlığı ortasında bulunuşunun önemsiz gibi gözüken fakat ne kadar önemli bir takvim sorununun olduğunu yukarıda kısaca anlatmaya çalıştık. Rumi Takvim hesaplaması yapılırken Batı uygarlığının kullandığı güneşyılını, başlangıç yılı olarak ise Hicret’i (Miladî 622) kabul ederek Batı ile Doğu arası karma bir takvim uygulamaya sokulmuştur.
Rumi Takvime halen takvim yapraklarında yer verilir ve halkımız için ne zamanda ne olacak ve ne zaman ne yapılacak ölçüsüdür.
Cumhuriyette Miladi Takvime 26 Aralık 1925′te geçilerek Rumi Takvime son verildi. 1 Mart’ta başlayan Mali Takvim uygulaması ise 1983′e kadar devam etti.
Günümüzde ise biz verginin tarafları açısından Rumi (Mali) Takvimin resmi bir anlamı olmasa da, hem her yıl vergi haftalarının Şubat ayının son haftasında kutlanması yeni bir mali yılı karşılama hem 1 Mart’ın Muhasebeciler Günü olmasıyla onların mali yılbaşını kendi günleri olarak kutlamaları Rumi takvimin halen biz verginin tarafları için manevi anlamının büyük olduğunu düşünüyor ve bu takvimi uygulamaya koyan Moralı Defterdar Osman Efendi’yi rahmetle anıyoruz.
Bu vesile ile verginin tarafları olan herkesin, özellikle de mükelleflerimizin vergi haftasını kutlar bol kazançlı günler dilerim. 08 Mart 2014